Antik çağlarda özelliklede günlü aktiviteler nedeniyle herkesin esneklik ve zinde kalmayı sağlayan fiziksel çalışmalara alışık olduğu avcı toplayıcı topluluklarda, bir çok kadın için doğum olayı çok daha kolay gerçekleşiyordu. Bu bulgular, taş devrine yönelik yapılan arkeolojik ve antropolojik çalışmalarla da desteklenmektedir. Bu çağlarda kadın ve erkek doğayla çok yakın bir iletişim içinde yaşarlardı ve yaşamları güneşin, ayın ve doğal ritmin bir parçasıydı. Kadın bedenini özgürce kullanırdı, kısıtlama ve sınırlamalar oldukça azdı. Gün boyunca kadın ayakta dik pozisyonda toprak üstünde yürürdü. Kadın saatlerce oturarak zaman geçirmezdi. Günlük işlerinde daha çok çömelme pozisyonunu kullanırdı. Kadının diyeti işlenmiş gıdalardan ve kimyasal katkı maddelerinden oluşmazdı. Beslenme çoğunlukla lifli gıdalardan oluşmaktaydı. Böylelikle kabızlık ve basur problemi nadiren yaşanırdı.
Antropolojik çalışmalarda, avcı ve toplayıcı toplumlardaki kadınların yaşamları boyunca üç ya da dört kez gebe kaldıkları belirlenmiştir. Buna neden olarak da o dönemlerde kadınların günlük yaşamlarında fiziksel aktivitelerinin çok fazla olmasının puberteyi (çocukluktan genç kızlığa geçiş) geciktirmesi ve vücuttaki yağ yüzdesinin azlığına bağlı olarak da daha az östrojen üretiminin olma olasılıkları gösterilmiştir. Ayrıca o dönemlerde bebekler ortalama 3 yıl kadar emzirilmekteydi. Bu faktörlere bağlı olarak da yumurtlama süreci baskılanmaktaydı. Yine avcı ve toplayıcı toplumlarda kadınların bebeklerinin bakımlarını çok rahat yürüttükleri görülmüştür. Çünkü onlar çocuk bakımında hiçbir zaman yalnız değillerdi. Çocukların büyütülmesi bir grubun sorumluluğu altındaydı ve insanlar uzunca bir süre topluluğun diğer üyeleri ile birlikte yaşarlardı. Anneler bebeklerin bakımını bir yük olarak görmezlerdi. Halkın karmaşık tıbbi uygulamaları ve teknikleri yoktu. Bazı toplumlarda çocuklara yönelik uygulanan kadın sünneti (genital mutilasyon) gibi acımasız uygulamalar da bulunmamaktaydı. Ancak doğum ve emzirme gibi normal fizyolojik fonksiyonlar her zaman saygı görüyordu. Avcı toplayıcı toplumlarda yaşam farklı olmasına karşın, ilkel kadın beden yapıları aynı ve aynı fizyolojik süreçlerde doğumu gerçekleştirseler de bugünkü modern kadından daha sağlıklıydı.
Geleneksel olarak kadınların doğumlarının neye benzediği ile ilgili çok fazla araştırmalar yapılmıştır. İlkel çağlarda kadınlar doğum süreçlerine direnmiyorlar ya da onunla savaşmıyorlardı. Doğum sürecinin ve rahim ağrılarının kabulü sorunların daha az yaşanmasına yardımcı olmaktaydı. Geçmişte doğum eylemi genç kadınların tanıklık ettiği ve mümkün olduğunca da yardımcı oldukları bir olaydı. Kadınların doğum süreci ile ilgili bilgileri ilk adet (menstrüasyon) sırasında ve menapozda olduğu gibi öykülere, gözlemlere ve doğrudan deneyimlere dayanmaktaydı.
Bu gün bir çok insan neredeyse, ağrısız bir doğum eylemi geçirmenin evrenin varoluşuna karşı gelmek olduğuna inanmaktadır. Appletree hizmetlerinin kurucusu ve the Joy of Natural Childbirth’ün yazarı Helen Wessel ‘tüm kültürlerdeki kadınlara, genelde doğum eylemini bir hastalık ya da lanet olarak gören teolojik doğmaları destekleyen antropolojik bir delilin olmadığını’ şiddetle vurgulamaktadır. Bazı daha az gelişmiş toplumlarda kadınlar, gelişmiş toplumlarda ki kadınlarla fizyolojik olarak aynı bedene sahip olsalar da doğumları gürültülü değildi ve daha az rahatsızlık yaşanıyordu.
Şimdiki düşüncelerimizin temelini oluşturan bir söyleme göre, kadın lanetlendiği için doğum sürecinde acı çekmektedir. Fakat biz milattan önce 3000’li yıllara bakacak olursak kadınların bebeklerini doğal yollarla, çok az bir rahatsızlıkla ya da herhangi bir sorun olmaksızın doğurduklarını görüyoruz. Wessle incildeki bir çok kaynakta anneliğin kutsallığının yaşamın devamlılığının ve anne, baba ve bebek arasındaki sevginin övüldüğünü belirtmektedir. Aynı zamanda Yahudi kadınların bebeklerini tam anlamıyla basit bir şekilde kısa bir sürede ve yardım olmaksızın doğurduklarını açıklamaktadır. Tarihi kaynaklara göre Hz. İsa’nın doğumu 3 saatten daha kısa bir sürede gerçekleşmiştir. Kayıtlarda herhangi bir şekilde lanet kelimesine rastlanmamaktadır.
Cinsel ilişki ile döllenme arasındaki ilişkinin farkında olunmadığı ilkel toplumlarda kadının kendi arzusu ile çocuğu doğurduğuna inanılmaktaydı. Doğum kadının işidir ve kadın cinselliğin ve doğumun doğal bir parçasıdır. Bu çağlarda yaratıcılıkla ilişkili olarak kadınlığın tanrıçalıkla ilişkili olduğu düşünülmüştür. Bu gün yürütülen antropolojik çalışmaların çoğu, bundan en az on bin yıl önce doğurganlık ve doğanın canlılığı ile ilişkili görülen anne tanrıçalar üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu tanrıçalar hem üretmekte, hem de yok etmektedir. Hem besleyen annedir hem de cinsel eştir. Bunlar yaşam ve ölümü elinde tutardı. Tanrıçalara hem tapılır hem korkulurdu. Bu erken dönem insanlarının tanrıça heykellerinde kadınların göğüslerinin büyük ve karın bölgelerinin dolgun ve şiş olduğu oldukça görülmektedir. Gebe kadın bedenine tapılan bu dönemlerde, doğum yapan kadına yeni bir canlı yarattığı için diğer kadın ve erkekler tarafından saygı duyulurdu. Bir kadın doğum yaptığı zaman ‘yaşamı kutlamak’ için herkes tapınakta toplanırdı. Doğum süreci dinsel bir tören havasında kutlanırdı.
Doğum eyleminde gösterilen fiziksel çaba günümüzde Amazonlarda yaşayan ilkel kabile kadınlarından farklı değildi. Dünyanın her yerinde kadınlar özellikle de ilk doğumunu yapanlar için her zaman büyük bir başarı olarak görülmüştür. Çünkü kadın bedeni çok büyük bir çaba göstermek durumunda kalmıştır. Doğum eyleminde yaşanan tüm ağrılı işkenceler ise yıllar sonra ortaya çıkmıştır.
Eski dönemlerde kadınların bakım verme, büyütme, iyileştirme ve ilaç uygulama gibi rolleri vardı. Tüm şifa kadının ruhunda bulunan iyileştirici yeteneğinden ve ellerinden gelmekteydi. Kadınlar bilgilerini paylaşmakta ve köylerinde ki diğer kadınlar tarafından da izlenmekteydi. Erkekler yiyecekleri, bitkileri ve inşaat malzemelerini toplamaktaydı. Onların görevleri farklı idi ve henüz kadınlarla eşit değillerdi.
Kadınlar doğumu daha başarılı gerçekleştirebilmek için hem fiziksel hem de psikolojik olarak yıllar içinde gelişmişlerdir. Gebelik sürecince yapılan fiziksel aktivite düzeyi bebek başının aşağı doğru inmesine ve doğum için iyi bir pozisyon almasına yardımcı olmuştur. Doğum eylemi sırasında kadınlar, doğum eyleminin ikinci evresi başlayınca kadar (bebeğin rahim dışına çıkışı) ayaklarının üzerinde durmuş ve aktif olmuşlardır. Bebek doğum kanalına indiği ve aktif olarak kadında ıkınma hissi oluştuğu için kadınlar bu aşamada çömelme ve diz çökme pozisyonunu almışlardır.
Ancak günümüze kadar tapınma da değişimler yaşanmış bunda da kadının toplumsal statüsünün düşürülmesi ve cinsiyet ayrımcılığının gelmesi etkili olmuştur. Kontrol ve karar verme mekanizması erkeklerin tekeline geçmiştir. Orta Asya’da başlayan, batı dinlerinin yükselmeye başlaması ile yalnız erkek tanrılara tapınılmaya başlandığı görülmektedir. Böylelikle tüm iyi şeylerle ilişkili olarak tanrı ve tüm kötü şeylerin gerçekleşmesi ile ilgili şeytan kavramları kullanılmaya başlanmıştır. Erkekler erken dönemlerde tıbba el atmış olsalar da henüz doğum eylemine katılma şansları yoktu. Yunan tıp okulunun önde gelenlerinden ne Hipokrat nede de Aristo normal ve komplikasyonsuz doğumla ilgili notlarında, ağrıdan bahsetmemişlerdir. Hipokrat ve Aristo doğum eyleminde kadınların ihtiyaçlarının ve duygularının birbiri ile bağdaştırılmasına inanmışlardır. Hipokrat ve Aristo, doğum yapan kadına destek olacak kişilerin doğuma katılmasını savunmuştur. Gerçekte Hipokrat, ebelik mesleği ile ilgili ilk formal eğitimi ve talimatları organize eden kişidir. Aristo beden ve akıl bağlantısının doğum eyleminde derin gevşemenin gerçekleşmesinde etkili olduğunu savunmuş ve var olan sorunların giderilebilmesi için de yine kadınların gevşemesinin sağlanması gerektiğini savunmuştur.
Ataerkil toplumlar özellikle batı kültürlerini bunların kadın cinselliğine yönelik tutumlarını etkilemiş, doğum eyleminin normal bir süreç olduğunu şiddetle reddetmişlerdir. Tabi beraberinde ebeleri de. Avrupa’da tüm ortaçağ boyunca ebeler doğum eyleminde kadının sakinleştirici ve destekleyici rollerini gerçekleştiriyordu. Birçok ebe en temel rolünün doğum eyleminde kadın ile birlikte olmak olduğuna inanıyordu. İngilizce ‘midwife’ sözcüğü incelendiğinde ‘mid’ ile-birlikte ‘wife’ kelimesinin ise kadın anlamına geldiği görülmektedir. Yani ebe kadın ile birlikte olan kişi anlamına gelmektedir. O zamanlarda ve günümüzde de iyi ebeler başarılı doğum ile özdeşleştirilmektedir. Başarılı bir doğum ise, kadının hevesini ve heyecanını korumak, mahremiyetini ve saygınlığını sürdürmek, süreç çalışıyorken müdahale etmemek ve bir şeyler yanlış gittiğinde gerek duyulursa oldukça az müdahalede bulunmak ile formüle edilmekteydi.
İkinci yüzyüzyılın sonlarına doğru, artık kadınların özellikle de ebeleri ve şifa veren bilge kadınları küçümseyen bir dalgalanma yaşanmıştır. Nefret maalesef sonrasında bir çok yıkıma sebep olmuştur. Toplum içinde önemli bir yere sahip olan şifa veren kadınlar kendi bakım verme ve iyilşetirme becerilerinden dolayı Hristiyanlığın erken dönemlerinde katledilmiştir. Tüm bu yıkımlarla birlikte doğallığı savunan, şifanın doğadan geldiğini vurgulayan ve doğumun doğallığına sahip çıkan bir çok yazılı eser de yakılmış, yok edilmiştir.
Ortaçağda insan bedeninin doğuştan gelen cinsel özelliği nedeniyle günahla dolu olduğuna inanılıyordu. Hristiyanlar, bu dönem de zevk veren duygularından kaçınmaları konusunda uyarılıyordu. Özel günlerin kaynağı olarak görülen yumurtlama, adet görme ve kadın bedeninin üretkenliği erkekleri her zaman korkutmuştur. Özellikle kadınların bitkileri kullanarak şifa vermesi, mülk sahibi olması, politik etkilerinin olması ya da gizemli deneyimleri şeytan işi olarak görülmüştür. Eğer bir erkek bu güçlerden birini göstermiş olsaydı bu tanrının işi olurdu.
O zamanlarda kadının, gebelik sürecinde diğer kişilerden ayrı tutulmasını ve aynı şekilde doğum sırasında da izole edilmesini talep etmişlerdir. Tüm tıbbi uygulamalarda ki şifa verme ile ilgili girişimlerde güç papazların, kesişlerin ve doktorların eline geçmiştir. Kadınlar baştan çıkarıcı olarak etiketlendikleri ve gebeliğin cinsel günahın bir ürünü olarak görülmesinden dolayı, doğum yapan kadınlar göz önüne alınıp önemsenmemiştir. Tıp alanında ki kişilerin doğuma, hatta sorunlu doğumlara bile katılmaları ve kadınların ağrı ile başa çıkmalarını desteklemek yasaklanmıştır. Ebelik mesleği ortadan kaldırılmış, doğum yapan kadınlar herhangi bir destekten mahrum ve yalnız bırakılmıştır. Bir dizi alınan kararnameler ile öncelerde yaşamı kutlayan, hayata merhaba diyen ve mükemmel bir an olarak tanımlanan doğum süreci, artık yalnız kalınan, acı veren ve korkunç bir deneyim olarak kabul ediliyordu.
Maalesef, Katolik hiyerarşi kilisesi, ebeliği oldukça yozlaştırmıştır. Ebeler o dönemde şifa vermede ve özellikle de düşüklere neden olacak bitkiler ve uygulamalar hakkında oldukça bilgililerdi. Ebeler alt sınıfa ait olmalarından dolayı fakirlerdi. Dini kesim ebeleri dine karşı çalışmak, şeytanla iş birliği yapmakla suçlamış ve onların büyücü olduğunu ilan etmiştir. Nedeni çok basittir. Ebeler kadın cinselliği ve üreme gibi müstehcen ve dine uygun olmayan konularla ilgileniyorlardı. Ortaçağ Avrupa’sında veba ve diğer bulaşıcı hastalık salgınlarının görüldüğü yıllarda ebeler, doğum ve ölümün büyük sırlarına sahip olan kadınlar olarak görülüyordu. Nihayetinde ebelerin yakılarak öldürülmesine karar verilmiştir. On beşinci yüzyılın başlarından on yedinci yüzyılın sonlarına kadar binlerce kadın büyücülük suçlamaları ve pagan uygulamalar uygulamalar nedeniyle din adına yakılmıştır.bu durumun doğal sonucu olarak ebeler uzun yıllar organize olmadılar ve doktorlarda olduğu gibi kendilerine bir kurum oluşturamadılar. Sonuçta doğum tıp profesyonellerinin eline geçti.
Orta çağ Avrupa’sında ilk Tıp okulunun açılması ile ebelik yeni tıp mesleğinin dışında tutulmuştur. Ebeler anatomi ve fizyoloji bilimlerinin içine alınmamıştır. Ayrıca kasıtlı olarak birçok tıp kitaplarına ve bilgi kaynaklarına erişimleri engellenmiştir. Ebelerin tıp okulundan çıkarılmaları doğumun kadınların kontrolünden almak için dikkatlice düşünülen bir politikanın parçasıdır. Ebeler kendi bilgilerine ve kadın bedeni üzerindeki uygulamalarına güveniyorlardı. Doğum öylemi sırasında kadının yanında olup gözlem yaparak çıraklıktan yetişiyorlardı. Onların Latin ve Yunan isimleri ile tanımlanmış karmaşık terminolojileri yoktu.
Erkeklerin saygın tıp okullarından onaylanmış belgeleri vardı. Onların ayrıca etkileyici mekanik aletleri ve ilaçları da vardı. Geleneksel doğum yardımcıları ve ebeler bunlardan hiç birine sahip değillerdi.
Ebeler neye sahipti? Ebeler kadın zekasına ve anlayışına sahiplerdi ve doğum süreci ile daha içli dışlıydılar. Ebeler ayrıca kendi bilgilerini ve deneyimlerini hizmet verdikleri kadınlar ile paylaşırken, doktorlar kendi bilgilerini paylaşmaktan çekiniyor bir gizem içinde çalışıyorlardı.
Ebelerin gerçekleştirdiği iyileştirme sanatının temelinde bedeni tanımak ve ona saygı duymak yer alıyordu. Ebeler insan bedeninde doğuştan beri var olan iyileştirme kapasitesinin ortaya çıkması için uzun yıllar çalışmışlardır. Hastalıklarla savaşmak için girişimlerde bulunmak yerine ciddi problemlerin basit şeyler uygulanarak giderilmesi hedeflenmiştir. Normal doğum eyleminde etkili olan yardımlar listesi çok uzundu. Bu liste içinde kadının dik pozisyonda kalmasının sürdürülmesi ve olabildiğince uzun süre hareket halinde olması konusunda cesaretlendirilmesi, doğum eyleminde kadının yanında bulunan kişilerin sakin ve huzurlu olmaları, kadının olumlu tutumunun sürdürülmesine yardım edilmesi, kadına masaj yapılması, kadının nefesine odaklanması ve sakin kalmasına yardım edilmesi, kadının beslenmesi yeterince sıvı alımına destek olunarak kadının dayanıklı olmasının sağlanması ve rahmin görevini yapabilmesinin kolaylaştırılması yer almaktadır.
Ülkemizde, Kadın hastalıkları ve Doğum konusunda Osmanlı tıbbı kayıtlarına göre; 1386 yılında Amasya’da doğan ve Amasya Darrüşşifa’sında on yıl hekimlik yapan Sabuncuoğlu Şerafeddin ismi ile karşılaşılmaktadır. Eserleri incelendiğinde o dönemlerde Sabuncuoğlu’nun geliştirdiği aletler ile özellikle de ölü bebeklerin doğurtulmasına plesenatnın ( bebeğin eşi) çıkartılmasına yardımcı olduğu görülmektedir.
On altıncı yüzyılın başlarında milattan önce yaşamış ünlü tıp bilginlerinin kayıp kayıtlarına ulaşılmıştır. Bu ünlü tıp filozof ve hekimlerinin teorilerine dayanan ilk gebelik ve doğum kitabı yazılmıştır. İşte bu dönemlerde ebeler tekrar doğum uygulamalarının içine girmiştir. Ancak ebelik onursuz namusa leke getiren bir meslek olarak görülmüştür. Ebelik tekrar uygulanmaya başlansa da ‘ doğurtmak denilen bu hoş olmayan durumu halletmesi gereken kadınlar’ olarak görülürdü. Martin Luther bu zamanda ‘Kadınlar yorulsa ya da ölse de fark etmez. Bırakın doğururken ölsünler. O işe yarıyorlar zaten’ diye yazdı ve doğuran kadına yardım eden kadınlara ‘acı anneleri’ anlamına gelen ‘Weh Mutters’ yakıştırması yapıldı. Bir çok geleneksel kabile kültürü ve daha sonraki antik Yunanlılar dik pozisyonda doğum kanalına yerleşmeyen ve vaginal yoldan doğması mümkün olmayan bebeğin pozisyonunun nsıl değiştirileceğini keşfetmişlerdir. O dönemlerde bu sorun oldukça nadir yaşanmaktaydı. Çünkü antik çağlarda kadınlar gebelikleri süresince fiziksel aktiviteleri çok yüksek olduğundan bebekler dik ve doğru pozisyonda doğum kanalına yerleşiyordu. Yapılan antropolojik çalışmalarda antik kabile toplumunda gebe kadına gebeliği süresince masaj yapılarak kadının daha fit kalması ve bebeğin doğru pozisyonda doğum kanalına yerleşmesinin sağlandığı gözlendi. Bebeğin doğru pozisyonu alması için dışarıdan el ile yapılan manevralar (ekternal versiyon) o dönemlerden günümüze kadar gelmiş masajın geliştirilmiş bir versiyonudur. Daha sonra bebeğin içeriden vaginal yoldan pozisyonunun değiştirilmesi keşfedilmiş fakat bu fazla ağrılı olduğu için pek tercih edilmemiştir. 1850’li yıllarda doktorlar, Sarah Hanley’in doğumunda farklı bir yöntem geliştirmişlerdir. Böylece doğum eyleminde metal kaşıklar, yani forseps yeni girişim olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Forsepsin ilk kullanıldığı 1588 yılında, kalabalık, hareket yeterliliği sınırlı ve yaşam koşulları kötü şehirlerde yaşıyorlardı. Bunun sonucunda doğum eylemleri çok sorunlu oluyor, sakin ve sabırlı olan ebeler bile bu koşullarda doğum yapan kadına yardımcı olmada yetersiz kalıyorlardı.kadının doğum yaptığı odaya metal forsepsleri getiren ilk erkekler, düzenli olarak kiliseye gitmenin doğumda bulunmak için yeterli olduğunu savunan kişilerdi. Bu erkekler erkek ebe olarak isimlendirilirdi. Çünkü doktorlar normalde doğuma katılmazdı. Ve doğumda sadece ebeler bulunurdu. Bunlar daha sonra ebeliğe karışan kişiler olarak tanındılar. Çünkü doğumda her şey yolunda olduğu durumlarda bile doğuma müdahale etme alışkanlıkları vardı. Bu zamanlarda kadınlar uzamış doğum eylemi özellikle bebeğin doğumunu zorlaştıran deforme olmuş pelvis (leğen kemiği) sebebi ile ölüyorlardı. Bu durum erkek ebeler için büyük bir şans yaratıyordu. O dönemlerde erkeklerin yaptığı bu uygulama ‘erkek ebelerin ellerinde demir eller’ şeklinde tanımlanmıştır.
Fosepsi ilk dizayn eden Peter Chamberlen bir fırsatçıydı. Chamberlen bu icadını kendi ailesi içinde her biri ustalıkla forsepsi uygulayan üç kuşak boyunca gizlemiştir. Forseps kapalı bir kutu içinde kadının yatağının kenarında tutulurdu. Kadın ya da ebeler bu gizemli aleti hiç görmemiştir. Ancak forseps çarşafın altından uzatılırken diğer kadın ya da ebeler ellerini uzatıp dokunarak onu anlamaya çalışırlardı. Büyük bir gizlilikle kutu açılır ve demir el olan metaller birleştirilirdi. Bebek doğduktan sonra adamlara para ödenir, adamlar gider ve bebek ve kadın ebeler ya da kadın akrabaların bakımına bırakılırdı. Bu dönemde bulunan tıbbi müdahaleler içinde yüksek fiyat ödenen uygulamalardan biri olmuştur. Yani forsepsle gerçekleştirilen doğumlar için oldukça fazla para ödenirdi. Bu nedenle forsepsle doğum daha çok aristokrat aileler arasında yaygınlaşmıştır. Birkaç kuşak sonra son Chamberlen üyelerinden birisi forsepsi kamuya sundu. Sonrasında çok fazla sayıda forseps üretildi. 1800’lü yıllarda Avrupalı erkek hekimler arasında ünlendi ve buna rağbet arttı.
Modern bilgilerimizle geçmişe dönüp olayları incelediğimizde, doğum eyleminde bir sorunun yaşanması ve ölüm düşüncesinin , kadınların doğumdan korkmalarına sebep olduğunu anlayabiliyoruz. On sekizinci yüzyılın ortalarında doktorlara, kadınlara hizmet vermeleri ve onlarla ilgilenmeleri konusunda izin verilmiş ama çoğu doktor bu konuda isteksiz olmuştur. Doğumla ilgilenen erkek doktorlar aynı zamanda büyük de utanç içindeydiler. Doğum doktorları genellikle yeteneksiz ve alkoliklerdi ama bu önemli değildi çünkü doğum olayı önemli, görülmüyordu. O zamanlarda hemen hemen tüm toplumlarda ve tıp dünyasında kadınlar kontrol edilebilir bir obje olarak görülmekte ve doğum yapan kadınlar önemsenmemekteydi.
Doğum evden kovulmuş; ağrı, acı ve güçsüzlük ile eş anlamlı olan hastanelere alınmıştır. Şimdi modern kadın, doğum, emzirme ve çocuk bakımı deneyimlerinden kurtulmak istemektedir. Kadın bedenine yönelik küçük düşürücü yaklaşımlar Kraliçe Victoria 19. Yüzyılın başlarında İngiltere tahtına çıkmadan çok önce vardı. Hem Hristiyanlarda hem de Yahudilerde ki ortak düşünce tarzına göre, insan bedeninin tüm doğal fonksiyonları özellikle de cinsellik utanç verici ve iğrençtir. Ancak 18. Yüzyılın ikinci yarında Kraliçe Victoria’nın hükümdarlığında bu düşünceler laik toplumlar üzerinde de baskın hale geldi.
1850’li yılların ortalarında insanın hayvani doğasının varlığını kontrol altına alma hareketi canlanmaya başlamıştır. Rasyonel düşünme yükseltilmiş, duyguları ve bedeni dinleme küçültülmüş, önemsenmemiştir. Bu insan bedenine yönelik Victorian yaklaşımlar, kadınsı figürleri sınırlayacak şekilde sınırlayıcı kıyafet tarzını üretmiş ve bunlarda kadının rahat nefes almasını ve sindirim sisteminin rahat çalışmasını güçleştirmiştir. Bu tutum aynı zamanda antik çağlardan günümüze batı tarzı vejetaryen tutumu da oluşturmuştur. Yetişkin diyetinden eti çıkartmanın ve yerine tahılları ve hububatları koymanın daha fazla uygar olmak adına tutku ve duyguların kontrol altına alınmasında en iyi yol olduğuna inanırlardı. Sonuçta uzun yıllardır bedenleri ile iletişimi kaybetmiş ve yaşamları son derece yapay olan üst sınıf kadınları çok sıkı korseler giymeye ve beslenmelerini ise oldukça sınırlandırmaya başladılar. Bu kadınlar doğumu fiziksel olarak acı veren rezil ve tiksindirici buluyorlardı. Hatta bebek emzirme bile tiksindirici bulunuyordu ve bu nedenle alt sınıf bebeği olan anneler aristokrat sınıf bebekleri emzirmesi için tutuluyordu. Hiçbir kadın Avrupa ya da Amerika’daki bir tıp okuluna girememiştir ve bu uygulama yaklaşık 40 yıl sürmüştür.
Bu Victorian düşünce tarzı daha arılaştırılmış bir hayat yaşamak ve kendilerini topraktan ve alt sınıf işçi grubundan uzaklaştırmak adına, orta ve üst sınıf topluluğun istek ve arzularına göre yüceltilmiştir. Avrupa’da duygu ve ihtiras adına çeşitli aşırılıklar ve şiddet olayları yaşanmıştır. Victorian inanç aynı zamanda insan doğasını terbiye etmede, sezgi ve duygularının bastırılmasının en önemli yol olduğu görüşüne sahip insanların sayısının artmasına da sebep olmuştur. O zamanlardan bize kalan miras devam etmektedir. Yetişkinler bu gün etkili nefes alma yeteneğini kaybetmiştir. Sindirim, boşaltım, dolaşım, uykusuzluk ve cinsel bozukluk gibi birçok sisteme ait baş belası problemlerle mücadele etmek durumunda kalmıştır. Doğum eylemi de elbette bu çark içinde doğallığını kaybetmiş, sorunların ve karmaşanın yaşandığı karmaşık bir süreç haline gelmiştir.
Özellikle 1800’lü yılların ortalarında sonlarına kadar birçok erkek ve kadının neden fiziksel olarak sağlıklı olmadıklarının anlaşılması önemlidir.1899’da yapılan araştırmalar savaşlara gönüllü olarak katılan her on erkekten dördünün savaşmak için oldukça sağlıksız olduğunu bulmuştur. Bu dönemlerde barınma sorunları, yiyecek sınırlılığı, kirli hava ve su, kötü hijyen koşulları, sağlıksız çalışma ortamları problemlere neden olmuştur. Şehir hayatında bu problemlere bir de sigara içme ve aşırı kalabalık eklenmiştir. Bir çok yerleşim yerinde tifo,tüberküloz,tifüs ve kolera salgınları yaşanmıştır. Kadınlarda da raşitizme bağlı olarak pelvik deformiteleri ( şekil bozuklukları) oluşmuştur.
Endüstriyel gelişimin olumlu yanlarının yanında karanlık tarafları da bulunmaktaydı. Otomasyon insan yaşamını olumlu yönde geliştirmek için kullanılmıyordu. Çocuklar yaygın olarak fabrikada çalışıyordu. Bu zemine karşın, doğum eylemi bir çok kadın için güvensiz ve tehlikeli olmuştur. Doğum kontrolü bilinmiyordu. Fakir kadınların her yıl bebekleri oluyordu ve kadınlar sıradan ve düşük ücretli işlerde saatlerce çalışıyorlardı. Kötü besleniyorlardı, çok yoruluyorlardı ve eşleri de alkolikti. Üst sınıfa ait kadınlarda sağlıklı görünmüyorlardı. Hareketleri oldukça azdı ve çoğunlukla rafine edilmiş yiyeceklerle besleniyorlardı. Tıbbi yaklaşım ve politikalar doğum eylemini, doktorların doğumu daha güvenli hale getireceklerine olan inançlarından dolayı hastanelere taşınmıştır. Ancak tıbbi otoriteler sağlık problemlerinin sosyal ve ekonomik nedenlerden kaynaklandığını anlamamıştır.
İngiltere ve Amerika Bileşik devletlerinde 1800’lü yılların ortalarında, toplum yaşamını iyileştirecek güçlü reform hareketleri görülmeye başlanmıştır. Kadın yaşamını güvenilir hale getirmek için bir çok kadın organizasyonu kurulmuştur. 1917 yılında İngiltere Kadınlar Kooperatifi anne ve bebeğin sağlık düzeylerinin iyileştirilmesi talebinde bulunmuştur. İngiltere’de anne ölümleri üzerine ilk hükümet raporu 1924’te bir hekim olan Janet Campbell tarafından oluşturulmuştur. Campell kadın hastalıkları ve doğum eyleminde ölen kadınların sayısını azaltabilecek 5 büyük faktörü belgelendirmiştir. Doğum öncesi, doğum ve doğumdan sonra kadına verilecek profasyonel bakımın arttırılması, beş faktörden bir tanesini oluşturuyordu. Diğerleri ise sağlık koşullarını koruma ve geliştirme, daha iyi bir barınak yerinin sağlanması, maaşların ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve raşitizmin azaltılmasıdır.
Bin dokuz yüz yirmi üçte forseps, doğum eyleminin rutin bir parçası olarak önerilmiştir.
1920’lerin başlarında Amerikalı doktor, Joseph de Lee, doğumun doğal bir süreç olmadığını, kadının perinesi üzerinde patolojik durumlara neden olabildiğini açıklamıştır. Bu nedenle kadınların sırt üstü litotomi ( bacakların dizlerden kırılıp yanlara doğru açılması) pozisyonda doğumunu yapmaları gerektiği iddia edilmiştir. Ayrıca hem bebeğin başını perineal baskıdan korumak hem de perineal kasların yırtılmasını önlemek için vaginayı genişletecek perineal kesinin yapılmasını tavsiye etmiştir. Böylelikle epizyotomi (vagina ve perine kaslarına yapılan kesi) ve forseps rutinde beraber uygulanmaya başlanmıştır. Günümüzde forsepsin yerini bakım uygulaması ya da daha sıklıkla sezaryen işlemi almıştır.
On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında bir diğer tartışmalı ve büyük öfke yaratan tıbbi konu, doğum eyleminde kadını ve yeni doğanı büyük oranda etkilemiştir. Bu da doğum ağrısını azaltacak ya da ortadan kaldıracak ilaçlar konusuydu. Yirminci yüzyılın başlarında ilaçların kullanımı ev doğumu uygulamalarında oldukça yaygındı ve doğumların hastanelere taşınması ile bu uygulama çok çabuk rutine dönüştü. Doğum eyleminde kadına doğum anılarını yok edecek çok güçlü narkotik ilaçlar verildi. ‘Alacakaranlık uykusu ‘ olarak da bilinen epidural uygulama kadınlar ve dopktorları tarafından eşit oranda benimsenmiş ve Amerika da 1970’li yıllarda kullanılmasına yaygın olarak devam edilmiştir.
İlk başlarda doğum eyleminde ilaç kullanımı ile ilişkili büyük tartışmalar yaşanmıştır. Ancak burada ortaya atılan tartışma şöyleydi: iyi hıristiyan kadınları doğum sırasında ilaç ya da anestezi almalılar mı?fakat doğum yapan kadının sağlığı ya da güvenliği bu tartışma içinde yer almamıştır. Kraliçe Victoria’nın doğum eyleminde ilaç kullanımın popüler olmasında büyük rolü olmuştur. 1847’de Edinburg’dan Sir James Young Simpson hoş kokulu, uçucu ve organik bir sıvı olan kloroformun anestetik özelliğini keşfetmiştir. Kleroformun cerrahideki yararı hemen dikkate alınmıştır. Çünkü o dönemlerde cerrah hastanın vücuduna derin bir kesi attığında hasta fiziksel şoktan ölüyordu kloroformun doğumda da kullanılabileceği düşünülmüş fakat doğum yapan kadının ağrısını keseceği ve kadına doğuma yardımcı olacağı düşünüldüğünden çabuk rededilmiştir. Papazlar rahipler ve politikacılar, Allah’ın kadının doğum eyleminde acı çekmesini buyurduğu yönündeki inançlarını korumak için sahneye çıkmışlardır.
Sir James bu dini yaklaşım ve ısrarlardan etkilenmedi. O kloroformu kadınlara yardımcı bir yöntem gibi görüyorsu. Görünüşe göre kadının doğum anında kloroform kullanmasının dine saygısızlık olmadığı konusunda kraliçeyi de ikna etmişti. Kraliçe 1853’te sekizinci çocuğunun doğumunda kloroform kullanmıştır. O zamandan sonra ilaç bir çok yıl Anesthesie a la Reine olarak adlandırılmış ve sonrasında doğum ağrısından oldukça korkan kadınlar arasında ünü artmıştır. Doğum eyleminde kloformun kullanılması kadının doğum eyleminde ilkel, iç güdüsel ve doğayla birlikte bir bütün içinde gerçekleştirdiği hareketlerini kaybetmesine ve duygularından, fiziksel duyarlılıktan, beden sıvılarından ve hatta kanın görüntüsünden ve kokusundan tamamen uzakta bir doğum yapmasına neden olmuştur.
1800’lü yılların sonunda Kraliçe Victoria, kendi doğum eyleminde kloroformun kullanılmasını ısrar etmesi sonucunda doğum eyleminde anestezinin kullanımı konusunda kapılar kadınlara açılmış oldu.bu durum Amerika’da ve Avrupa’da son yıllara kadar devam eden bir yıkıma sebep oldu. Doğumlar evden hastanelere taşındı. Bunun nedeni doğumların evde yapılamayacak kadar çok tehlikeli bir durum olmasından değil, evde anestezi uygulamasının çok tehlikeli bir durum olmasından kaynaklanıyordu. Anestezi uygulamalarının güvenli olarak izlenmesi, ölümle sonuçlanacak birçok problemin giderilmesini sağlayacaktır. Anestezi uygulanan kadın evden hastaneye taşınacak eşler doğum sahnesinde uzun süre yer alamayacak ve kadının kendi doğumu üzerinde çok az kontrolü olacaktır.
Hastanelerde hiç de hoş olmayan başka durumlarla karşılaşılıyordu. Hastanelerde ki doğum servisleri korkunç derecede kirliydi. Yıkanmamış ellerden çok fazla enfeksiyon yayılıyordu. Güvenli ve iyi bir tıbbi tedavi almak için hastanelere gelen kadın, lohusalık humması olarak adlandırılan hastanelere bağlı olarak ölmekteydi. Hastanelerde ki yüksek anne bebek ölümleri,evde doğum yapan kadınlar arasında düşük ölüm oranları gerçeğine karşın hala doğumda acı çekme ve ölüm oranlarının azaltılmış olduğuna inanılıyordu.
Lohusalık humması doğumdan sonra günler hatta saatler içinde ortaya çıkan lohusanın ölümüne sebep olan bir bulaşıcı hastalıktır.16. ve 17. Yüzyılda Avrupadaki hastanelerde doğum yapan kadınların yüzde ellisi bu hastalık nedeniyle ölüyordu. 1840’lı yıllarda İskoç doktor Aberdeen, lohusalık hummasının bir kadından diğerine geçen bir hastalık olduğunu vurgulamasına rağmen tıbbi ilerlemelerdeki yenilikler bu hastalığın durdurulmasına yetmemiştir. Viyana’da Ignaz Semmelweis, hastanede hekim ve tıp öğrencilerinin müdahale ettiği bölümdeki doğumlarda lohusalık hummasından ölen kadın oranının, ebe ve rahibelerin yardımcı olduklarından üç kat daha fazla olduğunu gözlemledi. Semmelweis ayrıca, bunların sonucu olarak doktorların ilgilendiği bölümdeki kadınların doktorlardan korktuklarını ve doktorların müdahalesinin ölümün bir işareti olarak düşündüklerini rapor etmiştir.
Kadınlar haklıydı. Semmelweis ve arkadaşları bir araya gelerek bazı kararlar aldılar. Sonunda hekimlerin vaginal muayeneden önce ve sonra ellerini yıkamaları gerektiği kararlaştırıldı. Bu önerinin sonucunda Semmelweis ve arkadaşları hekim meslektaşları tarafından tepki ile karşılandılar ve sürekli bir baskıya maruz kaldılar. Ancak hiç kimse Semmelweisin istemeden çok önemli bir gerçekliği açığa çıkardığını fark etmedi. Ebeler sadece doğumuna yardımcı oldukları kadında vaginal muayene yapmıyor ve sanki doğumun normalliğini ve sırlarını biliyor ve buna saygı duyuyorlar gibi görünüyorlardı.
Orta çağın sonlarına kadar ellerin ya da aletlerin doğum eyleminde kadın vaginasına girmesinden genellikle kaçınılırdı. Birçok kültürde bu tür uygulamalar tabuydu. Bilim adamı Joseph Lister, mikroorganizmaların ameliyat sonrası ya da doğum sonrası enfeksiyona neden olduğu teorisini ortaya atmış ve mikroorganizmaların ellerle yayıldığını keşfetmiştir. Bundan sonra el antiseptiğine önem vermek gerektiği gündeme geldi. Tabi ki lohusalık humması bir anda silinmedi.1913 yılına Cargie Trust’un yaptığı çalışmada hastane enfeksiyonlarının hijyen yetersizliğinden ve başka insanlardan geçen enfeksiyonlara bağlı gerçekleştiğini rapor etmiştir.
İnsanlarda diğer memelilere göre doğum sürecinin daha uzun sürmesinin nedeni patolojik değil fizyolojiktir. Bu durum daha çok kadın pelvisinin çaplarıyla ve ayakta dik poziyonda iken oluşan pelvik açı ile ilişkilidir. Bu yüzden bebeğin dışarı doğru itilmesi için rahme yapılacak fiziksel eforu gerektirmektedir. Zaman içerisinde insan bedeninde fizyolojik değişikliklerin olduğu gözlenmiştir. Özellikle de son yıllarda kadınlarda kalori alımında ki artışa ve fiziksel aktivitelerde ki artışa bağlı olarak bebeklerin boyutları artmak zorundaymış gibi görünebilir. Ancak doğumla ilgili kayıtlar incelendiğinde Kuzey Amerika’da yaşayan sağlıklı Kafkaslı kadınların 4000-4500 gr. ağırlığındaki bebekleri çok rahatlıkla doğurdukları gözlenmiştir.
Bebeğin sağlığı da yüzyıllardır herhangi bir değişiklik göstermedi. Kadın gebeliği süresince sağlıklı oldukça, bebeklerde büyük bir olasılıkla sağlıklı doğacaktır. Aynı zamanda doğum eylemi normal ve sorunsuz gerçekleştiği zaman bu bebek için avantajlı olacaktır. Elbette geçmişte tüm bebekler bu doğum yolculuğunda hayatta kalamamıştır. Bu günümüzde de hala doğru, ancak tarih içinde günümüzden avcı toplayıcı topluluklara doğru baktığımızda birçok bebeğin doğum sırasında ya da doğumdan hemen sonra ölmediğini görürüz. Ölümlerin doğumdan haftalar ya da aylar sonra görülmesinden ziyade, önemli ölçüde, sütten kesilme zamanlarında ya da ek gıdalara başlandığı zaman olduğu bilinmektedir.
İkinci dünya savaşı yıllarında rutin olarak bebekler doğumdan sonra günlerce annelerinden ayrı tutuldular. Çünkü anneler genel anestezi aldıklarından bebeklerine bakabilmek için yeterince güçlü değillerdi. Sonrasında bebeklerde diyare salgını arttı ve sıvı kaybı sebebi ile bebeklerde ciddi sağlık sorunları görüldü. O zamanlarda antibiyotiklerin de bulunmamış olması tedavi sürecini zorlaştırdı.
Sağlıkla yaşayın…